Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde,
kalbur saman içinde, çok güzel ve yemyeşil bir kasabada mahalleler varmış. Bu
mahallelerin çocukları birbirlerini çok severlermiş. Sokaktan gelen parolalı
bir ıslığı duyar duymaz uçarak evden aşağı inerler, hep birlikte akşam hava
kararıp da yerler mühürleninceye kadar oynarlarmış. Arada bir kavga etseler
bile kin tutmaz, her gün hiç keşfedilmemiş yeni yeni dünyalar kurarlarmış.
Böylece de, sevgi, saygı, paylaşma ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş
gelişirmiş.
O zamanların çocukları evden okula servisle
değil, sokak başında buluşarak birlikte gidip giderlermiş. Anneleri onların
yolunu gözlemez, okuldan çıkınca lokum sandığından yaptıkları çantayı yolun
kenarına koyup üstüne de siyah önlüğüyle beyaz yakasını yerleştirdikten sonra
akşama kadar oynarlarmış. Dershane, hazırlık kursu, test kitabı, özel ders
nedir bilmezlermiş ama okulda öğrenip bildikleri şimdiki yaşıtlarından kat be
kat fazla imiş.
Evlerinde bilgisayarları, tetrisleri,
tabletleri, cep telefonları ya da dijital saatleri yokmuş ama hepsinin de
ceplerinde çakı bıçakları, bilyeleri, kapı arkasına dayalı gömme çelik oynama
ve çiğdem sökme değnekleriyle, arka ceplerinde kocaman sümük silme mendilleri
mutlaka olurmuş.
Yiyip içtiklerini video haline getirip
Tiktok’da paylaşarak hava atmayı bilmezlermiş ama oynamaya gelirken
getirdikleri elmaları arkadaşlarına dağıtmayı ya da ceplerine doldurdukları
kırık bibikleri onların avuçlarına paylaştırmayı çok iyi bilirlermiş. Hamburger
nedir, nasıl yenilir hiç tatmamışlar ama acıkıp da sokaktan annelerine
bağırdıklarında ellerine tutuşturulan tereyağlı ya da pevredeli dürümü
yarısından bölüp arkadaşıyla paylaşmayı çok iyi bilirlermiş.
Futbol topu alacak paraları yokmuş ama arastadaki
ayakkabıcılar deri parçalarından top dışı dikmeyi iyi bilirlermiş. Onlar da bu yuvarlak
şeyin içine lastikten yapılma top içini bisiklet pompasıyla şişirerek boş
tarlanın iki ucuna taş koyarak yaptıkları kaleler arasında mahalle maçı yapmayı
çok iyi bilirlermiş. İki mahalle arasındaki bu tür rekabet daha sonra “hoydura”
dedikleri ve Allah’ın tepesini kapma savaşına dönüşür; attıkları taşlarla birbirlerinin
kafasını yardıktan sonra ertesi gün yine bir araya gelip yaptıkları kavganın
kritiğini yaparlarmış.
Kitap alıp okuyacak paraları da yokmuş. Bu
nedenle ellerindeki minicik harçlıklarını kasabanın parkında kiraya verilen
Tommix, Teksas, Kinova, Redkit ve benzeri çizgi romanları babalarından ve
bunları okumayı yasaklayan öğretmenlerinden gizli gizli okumakla
değerlendirirlermiş.
Yoksul aile çocuklarıymış; ne babaları ne de
diğer aile büyüklerinin şimdiki gibi günlük harçlık verme alışkanlığı yokmuş.
Bu nedenle de onlar için dini bayramlar tam anlamıyla gerçek bayram olurmuş. Gruplar
halinde mahalledeki bütün evlerin kapılarını çalar, ellerini öpüp harçlıklarını
ya da şeker, leblebi gibi ikramlarını alır almaz diğer eve koştururlar,
birbirlerine para verilen evleri tarif ederlermiş. Ve o günlerde mahalle
mahalle dolaşan dört teker üzerinde giden seyyar marketten aldıkları mantar
tabancası ile mantar patlatmak en büyük zevkleriymiş.
O dönemin çocukları, çocukluklarını bilgisayar
ya da telefonda yüklü sanal oyunları oynayarak değil de; sokakta bunların
gerçek sürümleri olan saklambaç, körebe, birdirbir, elim sende, bezirgân başı,
tıp, vb. oyunları oynayarak birlikte oynama, oyunda rol alma, aldığı görevi
yerine getirme, paylaşma gibi kişisel ve toplumsal özelliklerini
geliştirirlermiş. Onların hiç hazır alınan oyuncakları olmamış, hepsini de kendileri
yapmışlar. Ağaçlara salıncak kurmuşlar, ceplerinden çakı bıçaklarını çıkarıp
höppü çıkarmışlar, düdük yapıp öttürmüşler. Böylece de el becerileri geliştiği
için şimdiki çocuklar gibi hiçbir işi beceremeyen odun misali büyütülmemişler.
Şimdinin çocukları ise, seksek oynamayı değil
ama okulların taban puanlarını çok iyi biliyorlar. Hayata açılan pencereleri
"Windows XP“; onlar ekrana, ekran da onlara bakıyor ve kısacası onlar
içerde, koca bir hayat ise dışarıda akıp gidiyor.
Ve işin en acınası tarafı da, ağaçların
kendilerine tırmanacak ya da salıncak kuracak çocuklarını bekliyor olması.
Paylaşmayan, yalnız, bencil, kafesler içerisinde, gürbüz ve ana-babanın göz
önünden ayırmayıp güvenlik içinde büyüttüklerini sandıkları çocukları… Hiç kavga
edip sopa yememiş, ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçmamış, dizlerinde
yara kabukları olmamış tablo benzeri çocukları...
Ne acı değil mi..?
DÜŞÜNEN SÖZLER:
· Bir
çocuğa yapılabilecek en büyük kötülük, her istediğini alıp, onu hayalsiz
bırakmaktır. N. TARHAN
· Çocuk
büyütmekle çocuk eğitmek arasındaki farkı, o çocuk insan içine çıktığında anlarsın.
RUSSO
· Çocuk
donmamış beton gibidir. Üzerine ne düşerse izi kalır. H. JİNOTT
· Çocuklarınızı
kuzu gibi büyütmeyiniz ki, ileride koyun gibi güdülmesinler. S. SİRAZİ
· Çocuktum.
Anneme, “ağaca çıkacağım yardım et” dedim. “Kendin çık. Başkasının çıkardığı
yerden inemezsin, düşersin” dedi. Bunu unutmadım. Ne kadar doğru olduğunu da büyüyünce
anladım.
· Unutmayın
çocuklarınız sizin değildir. Onu Yaratıcı’dan ödünç aldınız. MOHAWK KABİLESİ
· Çocukların
oyunu yalnızca bir oyun değil, onların en gerçek uğraşıdır. MONTAİGNE